Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Tahlili
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse… O gün
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
* * *
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi… Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin
Biçim Açıklaması
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Ölçüsü: Şiirde aruz ölçüsü kullanılmıştır.
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Nazım Birimi: Bent
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Kafiye ve Redifleri:
Şiirde daha çok tam kafiye ve zengin kafiye kullanılmış. Tevfik Fikret şiirlerinde batı tarzı yeni şiir biçimleri denemiş önemli şairlerimizden biridir. Bu şiirde de serbest müstezat anlayışına uygun bir kafiye ve kafiye düzeni geliştirilmiştir.
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk, -uk tam kafiye
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk, -uk
tam kafiye
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse… O gün -gün zengin akfiye
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün -gün zengin akfiye
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden -en tam kafiye
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde -de tam kafiye
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde - de tam kaffiye
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen - en tam kafiye
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin: -sin
zengin kafiye
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin! - sin zengin kafiye
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Teması: Ümit,
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa Şiirinin Anlam Açıklaması
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri, 8 Eylül 1321/21
Eylül 1905 tarihini taşır. Bu şiiri anlayabilmek için, bu şiirin yazıldığı yılı
ve o yıla giden yılları bilmek gerekir. 1905 yirminci yüzyılın daha
başlangıcıydı ve ondan önceki on dokuzuncu yüzyıl ise, “imparatorluğun en uzun
yüzyılıydı.” On dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun problemleri hızla artmış,
âdeta içinden çıkılamayacak bir hâle gelmişti.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı
İmparatorluğu, Batılı siyaset adamlarının dilinde “Hasta Adam” idi. Meselâ,
daha yüzyılın ortalarına gelmeden (1831-1839) devlet, valisiyle başa çıkamıyor,
valisi karşısında defalarca hezimete uğruyor ve içinde düştüğü bu zor durum
karşısında Rusya, İngiltere ve Fransa’dan yardım istemek zorunda kalıyordu.1
Yine on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlet içeride ve dışarıda yüksek
faizlerle hızla borçlanıyor ve kısa bir süre sonra da, bu borçlarının
faizlerini bile ödeyemecek bir hâle geliyordu.2 Tam bu hâldeyken, 1877 – 1878
Osmanlı – Rus Savaşı patlak veriyor, devlet ağır bir yenilgiye uğruyor ve sonunda
Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’yla Rumeli’de ve Anadolu’da birçok
topraklarını kaybediyor, Rusya’ya milyonlarla Frank savaş tazminatı ödemek
zorunda kalıyor3, maliyesi alt üst oluyordu. Bu arada 1877 – 1878 Osmanlı – Rus
Savaşı bahane edilerek Meclis kapatılıyor, demokratik gelişimin önü
tıkanıyordu. Sefil bir istibdat topluma darbeler vuruyor, bu durum karşısında
Genç Türklerin bazısı fikirlerini terk ederek veya uzaklaşarak Sultanın
hizmetinde memuriyet buluyor4, bunu onuruna yediremeyenler ise âdi bir mücrim
gibi sürgün, hapis ve çeşitli acılara maruz kalıyordu5. Diğer yandan, devrin
sömürgeci büyük devletleri, bu “Hasta Adam’ın” ölümünü ve mirasının paylaşımını
bekliyordu. O daha ölmeden en değerli parçaları ondan koparılıyordu. 1881
yılında Tunus Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır İngilizler tarafından,
1885 yılında Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından işgal edilmişti. Bir müddet
sonra 1897 yılında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş, hükümet Girit’in
özerkliğini kabul etmek zorunda kalmıştı6.
Bütün bu büyük felâketler karşısında padişah II.
Abdülhamit’in çeşitli gerekçelerle uygulamaya koyduğu koyu bir baskı yönetimi,
yapılan birçok reformlara ve aydınlanma hareketlerine rağmen7 ülkeyi bunaltıyor
bazen yaşanmaz bir hâle getiriyordu. Ülkede ordu, hükümet, saray, ulema ve
bürokrasi arasındaki hassas dengeler bozulmuş, merkeziyetçi bir idare iyice
yerleşmiş, bütün yetkiler Yıldız’daki padişahta toplanmıştı.
Ülkenin geleceğinden endişeli, belki de bu yüzden fazlaca
vehimli ve şüpheci padişah, görünüşte güçlü bir istihbarat teşkilatı kurarak
herkesi, düşündüklerini söylemekte ve yazmakta çekinir bir hâle getiriyordu8.
Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor,
öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı
fikirlere sahip oldular diye, üniversite öğrencileri okullarından atılıyor,
muzır yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor9, çeşitli
aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra
yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin bekası, ülkenin birliği, bütünlüğü
adına yapılıyordu.
Bu şartlar altında bütün ülkede, hemen herkese derin bir
melânkoli, hayattan bezginlik, ümitsizlik ve karamsarlık egemen oluyor,
toplumun önemli bir bölümünde bir nemelâzımcılık yaygınlaşıyordu10. Hemen
herkes kendi derdine düşüyor, küçük çıkar hesapları peşinde koşuyordu. Âdeta
sosyal sorumluluk duygusu ve bilinci bütünüyle kaybolmuştu11. Konuşması
gerekenler susuyor, susması gerekenler ise konuşuyordu. Halk bunalmış ve sesi
kesilmiş bir şekilde bekliyordu12. Toplumun bütün etkin olması gereken
kesimleri, sanki üzerlerine ölü toprağı silkilmişcesine duruyor, gazetecilik
güdümlü bir hâle geliyor ve gazeteler, suya sabuna dokunmayan magazin
haberleri, çeşitli okulların açılış ve kapanış duyuruları, hükümet erkânı ve
padişahın katıldığı resmî törenlerin şatafatlı, fakat içi boş konuşmalarıyla
yani yapay bir gündemle doluyordu. Bunun yanında, sosyal ve siyasî hayatla pek
ilgisi olmayan resimli, eğlenceli dergiler, büyük bir gelişme gösteriyor,
bunların sayıları hızla artıyordu13.
İşte Osmanlı Türkiye’si, yirminci yüzyılın ilk yıllarına,
yani Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiirini yazdığı yıllara, genel çizgileriyle
panoramasını çizdiğimiz bu şartlar altında girmişti. Fikret, bu şâir olarak
ülkenin içinde bulunduğu bu şartlardan derinden etkilenmiş, kâh Ömr-i
Muhayyel’i (1898) yazarak her hakikatten uzak, herkese meçhul bir diyara
gitmek, kaçmak, bütün insanlardan uzak orada yaşamak istemiş, kâh Gayya-yı
Vücut’u (1899) yazarak hayatı “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu”
kokuşmuş bir bataklığa benzetmiş, kâh Sis’i (1902) yazarak imparatorluğu
sembolize eden imparatorluk başkenti İstanbul’u mel’un ve menfur bir şehir
olarak tasvir etmiş ve yaşlı, ahlâksız bir kadına benzetmişti.
Bütün bu şiirlerinde karamsar, bedbin ve gelecekle ilgili
bütün umutlarını yitirmiş, melânkoli içinde kıvranan Rübab-ı Şikeste şâirinin,
1905 yılında yazdığı Sabah Olursa şiirinde hayat karşısında takındığı tavır,
önemli bir değişikliğe uğrar. “Sabah Olursa şiiri, Fikret’in içinde, büyümen
oğlu ile beraber sosyal bir kurtuluş ümidinin uyandığını gösterir”14. 1895’te
doğan Haluk, bu şiirin yazıldığı 1905’te on yaşındadır. Fikret, bütün
umutlarını, ülkenin bütün geleceğini oğlu Haluk’a ve onun neslinin içinden
çıkacak bir kahramana bağlamıştır. Burada,
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Mısraı, şiirin en güçlü, en güzel mısraı olarak dikkat
çeker, ayrıca bu mısra, ülkenin aydınlık geleceğine karşı duyulan büyük bir
özlemi de ifade eder:
Bu Memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse…
Yukarıdaki mısralar Fikret’in kurtuluşu, bir sosyal sınıftan
değil, kuvvetli ve diriltici, güçlü bir elden, iradeli bir insandan beklediğini
gösteriyor. Bütün toplumu sükût etmiş gören, milyonlarca insan içinde pâk ve
temiz çıkacak pek az alın bulunabileceğini söyleyen ve mizaç itibarıyla da bireyci
olan Fikret’in, ülkenin kurtuluşunu bir kahramandan beklemesi çok tabiîdir15.
Fikret, Halûk’un nesli içinden ülkeyi kurtaracak böyle bir kahramanın
çıkacağına inanır. Şaire göre bu kahraman, yaptıklarıyla milletin yüzünü
güldürecektir. Kuvvetle buna inanan Fikret, bunun çok yakın bir gelecekte
olacağına ihtimal vermez. Bu değişiklik, ancak kendisinin ölümünden sonra veya
iyice yaşlandığı yıllarda gerçekleşecektir:
…………………………………... O gün
Ben ölmemiş bile olsa, hayata pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz.
Fikret oğlundan, o gün geldiği zaman kendisinden ümidi
kesmesini, kendisini kötrüm ve boş muhîtinde, acılarıyla unutmasını ister.
Çünkü Fikret’in aksak, eski, perişan bakışları, oğlunu maziye çekmek
isteyecektir. Halbuki Fikret’e göre oğlu “Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti”dir.
Fikret, burada melâl içinde çürüyen kendisi ve kendi nesliyle, “Bütün hüviyyet
ve uzviyyetle âti” olan, geleceği temsil eden oğlu arasındaki farkı özellikle
vurgular:
…………………………………….. O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
Fakat artık Fikret, ülkesinin içinde yaşadığı karanlık
günlerin birgün gelip biteceğine, karanlık gecelerin haşir sabahına kadar
sürmeyeceğine, sonunda “Bu sema, bu mâi göğün” bize birgün acıyacağına, bu
ülkede de birgün sabahın olacağına kuvvetle inanır. Haluk’a ve Haluk’un
nesline, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan dolayı üzülmemeleri
gerektiğini anlatır. Eskisinin aksine umut doludur:
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Fikret bu mısralarında eski şiirlerinin aksine ümit doludur,
geleceğe kuvvetle inanır. Ona göre insanlar ve toplumlar, üzüntü, sıkıntı,
moral bozukluğu ve bezginliğe düşerlerse çürüyüp giderler:
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi…
Fikret daha sonraki mısralarda, bütün ümidini bağladığı
bugünün çocukları, yarının gençlerine seslenir. Onlardan uyanmalarını, ülkenin
aydınlığa ihtiyacı olduğunu anlatır. Fikret’e göre, yeni yetişen nesiller,
ülkeyi aydınlatmalı, ülkenin üzerindeki kara bulutları silmeli, ülkedeki korku
ve dehşet havasını dağıtmalıdır. Böylece ülke, içinde bulunduğu korkunç
durumdan sıyrılacak, kurtuluşa erecektir. Rühab-ı Şikeste şâiri bunu, gençlere
en büyük hedef olarak gösterir.
……………………….. Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür… Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Fikret, şiirin sonunda, kendisinin bütün ümidinin bu nesil
olduğunu açıkça söyler. Eğer gençler, onun gösterdiği hedefe yönelirlerse, ülke
içinde bulunduğu şu zindan karanlığından mutlaka kurtulacak, o ve nesli ölse de
arkadan gelen nesiller, ebediyen aydınlık içinde yaşayacaktır:
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
Fikret’in bu şiiri, kendi ülkesinde karanlıklar, ıstıraplar
içinde yaşayan, horlanan, kendisini “öz yurdunda garip”, “öz vatanında parya”
olarak hisseden bir insanın ruh hâlini ve onun geleceğe ait hayallerini,
umutlarını anlatır.
Çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerde yaşayan, dürüst,
çalışkan, ülkesini seven birçok insan, özellikle birçok aydın, zaman zaman
Fikret’in bu şiirinde anlattığı ve yaşadığı duyguları yaşamış, bunalmış,
umutlarını yitirir gibi olmuş fakat yine de bir çıkış yolu aramış ve bunun için
de, ümit tomurcuklarını olan yeni nesiller yetiştirmeye kendini adamış ve
ülkenin kurtuluşunu o ideal nesle16 bağlamıştır. Bu açıdan Fikret’in şiiri,
doksan altı yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ ter ü tazedir. Daha bugün yazılmış
gibi birçok insan, günümüzde de Rübab-ı Şikeste şâirinin bu mısralarını büyük
bir heyecanla okuyabilir.
Zaten bilimsel eserlerle, başarılı edebî eserler arasındaki
en büyük fark da budur. Bilimsel eserler, ne kadar büyük, ne kadar başarılı
olurlarsa olsunlar bir süre sonra eskirler, aşınır ve aşılırlar. Fakat başarılı
edebî eserleri yıllar, hatta yüzyıllar eskitemez, aşındıramaz. Yunus Emre, Hacı
Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlâna’nın eserleri gibi ve üzerinde
durduğumuz Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiiri gibi.
DİPNOTLAR
* Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi
1. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil
Yayınları, 3.b., İstanbul, 1995, ss. 45-48.
2. Bernard Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 4.b., Ankara, 1991, ss. 110-111, 197.
3.Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, Der Yayınları, 3. b.,
İstanbul, 1994, ss. 392-396.
4. Meselâ, tanınmış Genç Türklerden İshak Sükûti, Tunalı
Hilmi, Dr. Abdullah Cevdet ömür boyu on ikişer lira aylık karşılığında,
muhalefete ara vermek için Sultan II. Abdülhamit idaresiyle anlaşmışlardı.
Varılan anlaşmaya göre Dr. Abdullah Cevdet Viyana, İshak Sükûti ise Roma
elçiliği doktorluklarına, Tunalı Hilmi, Halil Muvaffak gibi önde gelen diğer
Genç Türkler de çeşitli dış temsilciliklere atanmışlar ve “kendi ihtisas
alanları dışında hiçbir ülkede, hiçbir dilde Sultan aleyhinde yazı yazmamayı”
kabul etmişlerdi. Bu konuda bk. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak
Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981, ss. 37-40. M.
Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve
Jön Türklük, c. 1 (1889-1902), İletişim Yayınları, 2.b., İstanbul, 1989, ss.
304-309.
5. Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğusu, s. 172.
6. Ateş, Siyasal Tarih, ss. 372-373, 389, 401-404.
7. Bu dönemdeki aydınlanma hareketleri ve merkeziyetçi
reformlar konusunda bk. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, ss. 108-150.
Lewıs, Modern Türkiye’nin Doğuşu, ss. 173-207.
8. Halit Ziya Uşaklıgil bu durumu hatıralarında şöyle
anlatır: “Kitaplar, mecmualar Encümen-i Teftiş ve Muayene denen ve her
çeşitten, her sınıftan başlarla süslenen heyetin kılı kırk yaran mikroskobu
altına konurken gündelik gazeteler de ayrıca bu iş ile ortaya konulmuş olan
memurlara bırakılmıştı.
Asıl tenkit eden bunlardı. Kelimenin tam anlamında, her
makale bütünüyle elenerek bütün ruhu, genişliği, delâleti, altında
gizlenebilecek olan mefhumu ile muayene edildikten sonra her satırı, satırları
meydana getiren bütün kelimeleri, hattâ noktaları ayrı ayrı, birer birer
parçalanarak büyülten camlarla incelenirdi. Sarayın kuruntusu bir bulaşıcı
hastalığın yayıldıkça büyüyen tohumları gibi her âletine geçmiş ve vazife
ihmalinden, dikkat zayıflığından doğabilecek mesuliyet korkusu her memuru
vehimli, vesveseli, her kelimenin gölgesinden ürkerek gırtlağına sarılmak için
pençesini sıktıran bir çılgın yapmıştı. Ve böylelikle, yukarıdan açık emirler
gelmesine bakmadan, yalnız “marzi-i âliye” (Padişahın rızasına) uymaz
düşüncesiyle, günden güne dokunulmayacak mevzuların ve kalemin ucuna geldikçe
atılacak kelimelerin, hele ne neviden olursa olsun oraya, idareye, olup
bitenlere işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir yekûn çıkmıştı
ki matbuatın sahası artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış,
kullanılabilecek kelimelerin küçük lügati iptidaî bir kavmin dili kadar
küçülmüştü” Kırk Yıl, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1969, ss. 433-434.
Bu devirdeki sansürün en kötüsü de ülkedeki ağır şartlar
yüzünden, yazarların kendi kendilerine yaptıkları sansür, yani otosansürdü.
Halit Ziya Uşaklıgil bu acı olayı da hatıralarında şöyle anlatır:
“Esasen yazı yazarken kendi kendimi pek sıkı bir kontrol
altında tuttuğumdan tetkike memur olanlara pek az bir iş bırakmış oluyordum.”
Kırk Yıl, s. 545.
9. Bu konuda geniş bilgi için bk. Cevdet Kudret, Abdülhamit
Devrinde Sansür, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1977, 128 s. Lewıs, Modern
Türkiy’nin Doğuşu, ss. 185-192. Server R. İskit, Türkiye’de Matbuat Rejimleri,
İstanbul, 1939. Osman Nuri, Abdülhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı, C. II,
İstanbul, 1327/1911, ss. 587-589. Uşaklıgil, Kırk Yıl, ss. 194-196.
10. Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Sahsiyet-Eser, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1971, s. 17. Uşaklıgil, Kırk Yıl, s. 508.
11. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet- Eser, s. 17.
12. Halit Ziya Uşaklıgil o günlerle ilgili şu ilginç
bilgileri verir:
“Haydutlardan müşürler, hırsızlardan vezirler çıkmıştı;
içinde pislikten başka bir maya olmayan göğüslere elmaslı nişanlar, dereceleri
ancak çukurların dereceleriyle ölçülebilecek alçaklara en büyük rütbeler
verilmişti, ve bu rütbe, nişan, para sonra bütün bu parıltılı şeylerin
arasından fışkıran casus gözlerinin ateş kasırgası altında halk bunalmış,
sersemleşmiş, boğazı kısılarak sesi kesilmiş beklerdi”. Kırk Yıl, s. 510.
13. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, s. 18. Kenan
Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (1860-1923) Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Yayınları, 3. b. Ankara, 1979, ss. 120- 121.
14. Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, s. 130.
15. Y. a.g.e. s. 130
16. Bu açıdan baktığımızda, Fikret’ten tamamıyla farklı bir
dünya görüşüne sahip olan Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ın eserlerinde de, tıpkı
Fikret’in hayal ettiği gibi kurtarıcı bir ideal nesil özlemiyle karşılaşırız.
Bu ideal neslin adı Mehmet Akif’in dilinde “Asım’ın Nesli”, Necip Fazıl’ın
dilinde ise “Büyük Doğu Nesli” dir. İlginçtir ki, Fikret, Akif ve Necip
Fazıl’ın eserlerinde görülen bu, ülkeyi kurtaracak ideal nesil özlemi yerine
II. Meşrutiyet devrinde Ziya Gökalp’in eserlerinde çok daha farklı bir anlayış
ve yaklaşım dikkati çeker. Fikret, Akif ve Necip Fazıl’ın aksine Ziya Gökalp,
kurtarıcı olarak gelecek nesli değil, kendini görür. Gençlik yıllarında Mehdi
imzasıyla makaleler yazan Ziya Gökalp’ta kendisini Mehdi (ülkeyi ve toplumu
düzlüğe çıkaracak büyük kurtarıcı) olarak görme eğilimi vardır. Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bk. Mehmet Kaplan, “Ziya Gökalp ve Saadet Perisi”, Türk
Edebiyatı Üzerine Araştırmalar I, Dergah Yayınları, İstanbul 1976, ss. 490-51
Mükemmel
YanıtlaSil