Su Kasidesi Konuya Giriş:
Eski edebiyatımız Hz. Peygamber için yazılmış binlerce beyit
ve müstakil eserle süslüdür. Bu edebiyatın önemli bir kısmında güzel deyince,
dilber deyince, sevgili deyince neredeyse hep ilk akla gelen odur. Asr-i
Saadet’te Hassân bin Sâbit ve Ka’b ibni Züheyr’in kasidelerinden başlamak üzere
Arap, Iran ve Türk edebiyatlannda onun için nazmedilen bütün eserlerde ona
duyulan özlem ve aşk dile getirilmiştir. Türk edebiyatındaki naatler arasında
onu “suyun hararetle aradığı, kapısına ulaşmaya çalıştığı.sevgili” olarak
tasvir eden bir tanesi vardır ki asırlar boyunca zevkle okunmuş ve hâlâ da
okunmaktadır.
Kasidelerin ‘nesîb’ yahut ‘teşbîb’ denen başlangıç
bölümlerinde, şairlerin gerek şiir sanatındaki kudretlerini göstermek, gerekse
methedecekleri şahsın övgüsüne güçlü ve etkili bir üslûpla başlamaya zemin
hazırlamak üzere bir tabiat yahut güzel tasviri ile başlamaları edebî bir
gelenektir. Ancak bizim edebiyatımızda pek çok örneği görüldüğü üzere bazen
nesib kısmında doğrudan doğruya methedilen şahsın övgüsüne girildiği yahut
esere, methedilen şahsın tasvirim ima eden ifadelerle başlandığına çokça
rastlanmaktadır. “Su” kasidesinde de nesib kısmında tasvir edilip özleminden
bahsedilen güzelin kimliği, bütün ‘hüsniyât’ tarzı -yani sevgilinin
güzelliklerinden bahseden türdeki- şiirlerde olduğu gibi meçhul bırakılmakla
birlikte, çoğu beyitlerde onun Hz. Muhammed olduğuna dair güçlü ipuçlan
verilmektedir. Bu bakımdan eser okunurken ve yorumlanırken bu husus sürekli
göz önünde bulundurulmalıdır.
I . Kaside
Su Kasidesi Adlı Şiirin Aruz Ölçüsü
fâ’ilâtün fe’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün
KASÎDE DER MEDH-l HAZRET-İ FAHR-I KÂİNAT
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su
Zevk-i tîgundan ‘aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bıragur rahneler dîvâre su
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
ihtiyât ilen içer her kimde olsa yâre su
Günümüz Türkçesi ile anlamı
KAİNATIN ÖVÜNCÜ HAZRET-İ PEYGAMBER’İN METHİ HAKKINDA KASÎDE
Ey göz, gönlümdeki ateşlere gözyaşından su saçma, artık
böylesine tutuşan ateşlere su fayda etmez.
Dönüp duran kubbenin rengi su rengi midir, yoksa gözümden
[akan] su devreden kubbeyi mi kaplamıştır, bilmiyorum.
Senin kılıcının zevkinden gönlüm yank yarık olsa buna
şaşılmaz, zira su akarken duvarda gedik bırakır.
Yaralı gönül [-yahut dil- senin] peykânının sözünü korkarak
söyler. Kimde yara olsa o [kimse] suyu ihtiyatla içer.
Suya virsün bâgbân gülzân zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su
Ohşadıbilmez gubânnı muharrir hattuna
Hâme tek bakmakdan inse gözlerine kâre su
‘Ârızun y âdiyle nemnâk olsa müjgânum n’ola
Zâyi’ olmaz gül temennâsiyle virmek hâre su
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîg
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâre su
İste peykânın gönül hectinde şevkum sâkin it
Susuzam bir gez bu sahrâda menüm’çün are su
10. Men lebün müştâkıyam zühhâd Kevser talibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür huşyâre su
Ravza-i kûyına her dem durmayup eyler güzâr
‘Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş-reftâre su
Su yalın ol hûydan toprag olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahi ol kûya koyman vare su
Dest-bûsı ârzûsiyle ger ölsem dostlar
Rûze eylen topragum sunun anunla yâre su
Serv serkeşlük kılur kumrî niyazından meger
Dâmenin duta ayagına düşeyalvare su
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınım mizâcına gire kurtare su
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i ‘âleme
İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su
Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yi dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mu’cizâtı âteş-i eşrâre su
18- Kılmağ içün tâze gülzâr-i nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâre su ‘
Günümüz Türkçesi ile anlamı
Bahçıvan gül bahçesini sele versin, boş yere zahmet
çekmesin; [zira] bin gül bahçesine su verse senin yüzün gibi bir gül açılmaz.
Muharririn bakmaktan gözlerine kalem gibi kara sular inse
de, gubârını senin hattına benzetemez.
Yanağını hatırladıkça kirpiklerim ıslansa bunda şaşılacak ne
var? [Zira] gül elde etmek için dikene su vermek boşa gitmez.
Gam gününde hasta gönlümden kılıcını esirgeme. [Çünkü]
karanlık gecede hastaya su vermek sevaptır.
Gönül! [O sevgilinin nazarı] okunu iste, ayrılığında
coşkunluğumu teskin et. Susuzum; bu sahrada bir kere [de] benim için su ara.
Nasıl mest olana şarap, ayık olana da su içmek hoş gelirse;
[aynı şekilde] ben senin dudağının tutkunuyum, zahitler ise Kevser talep
etmektedirler.
Su hiç durmadan [sevgilinin] mahallesinin bahçesine doğru
akar gider. Galiba o hoş yürüyüşlü servi boylu güzele âşık olmuş.
Toprak olarak suyun yolunu o mahalden tutup engellemeliyim.
Madem ki rakibimdir, suyu oraya varmaya bırakmam.
Dostlar! Eğer [o sevgilinin] elini öpme arzusuyla ölürsem,
toprağımdan kâse yapın ve sevgiliye onunla su verin.
Servi ağacı, su servinin eteğini tutup, ayağına kapanıp
yalvarmadıkça kumrunun ricalarını kabule yanaşmaz.
Galiba [gül budağı] bir hile ile bülbülün kanını içmek
istiyor. Su gül budağının tabiatına girip [bülbülü] kurtarsın.
Su, seçilmiş peygamber Hz. Muhammed’in yolunu tutmakla,
dünya halkına temiz yaratılışını göstermiş.
İnsanların önderi [ve öyle bir] seçme inci denizidir ki
mucizeleri şerlilerin ateşlerine su serpmiştir.
Nebiliğin gül bahçesinin güzelliğini tazelemek için katı taş
[onun] mucizesinden [dolayı] su çıkarmış.
Mu’cizi bir bahr-i bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffâre su
Hayret ilen barmagın dişler kim itse istimâ’
Barmagından virdügin şiddet güni Ensâre su
Dostı ger zehr-i mâr içse olur Âb-i Hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su
22 Eylemiş her katreden min bahr-i rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzu’ içün gül-i ruhsâre su
Hâk-i pâyine yetem dir ‘Ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan dâsa urup gezer âvâre su
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def’-i humâr içün içer meyhwâre su
Yâ Habîbullâh yâ Hayre’l-beşer müştâkunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâre su
Sensen ol bahr-i kerâmet kim şeb-i Mi’râcda
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâre su
Çeşme-i hûrşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mi’mâre su
Bîm-i dûzeh nâr-i gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâre su
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü’-i sehvare su
31 Hâb-i gafletden olan bîdâr olanda rûz-i haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâre su
32 Umduğum oldur ki mahrûm olmayam dîdârdan
Çeşme-i vaslun vire men teşne-i dîdâre su
Günümüz Türkçesi ile anlamı
Onun muciz[eler]i dünyada kâfirlerin binlerce ateş
tapınağına su ulaştıran sonsuz bir deniz imiş.
Şiddet gününde Ensâr’a parmağından su verdiğini kim duysa
hayretle parmağını ısırır.
Dostu eğer yılan zehiri içse [bu zehir ona] Bengisu olur.
Düşmanı su içse su elbette yılan zehirine döner.
Abdest için el uzatıp gül yanağına su vurunca her damladan
bin rahmet denizi dalgalanmış.
Su ömürler boyunca sürekli onun ayağı toprağına ulaşayım
diyerek başını taştan taşa vurup avare gezer durur.
Su her zerresiyle onun eşiği toprağına ışık vermek ister,
paramparça da olsa o dergâhdan dönmez.
Ayyaşlar [içkiden sonraki] baş ağrısını gidermek için nasıl
su içerlerse, hata ehli kimseler de senin naatını tespih çeker gibi anmayı
derman bilir [ler].
Ey Allah’ın sevgilisi! Ey insanların [en] hayırlısı!
Susuzluktan dudağı kurumuşların yanıp sürekli su istemeleri gibi seni şevkle
arzulamaktayım.
Sen öyle bir keramet denizisin ki Mirac gecesinde feyzinin
çiğ taneleri duran ve hareket eden bütün yıldızlara [bu feyizden] su iletmiş.
Senin kabrini yemleyen mimara su lâzım olsa, güneş
çeşmesinden her an bereket zülâli iner.
Cehennem korkusu yanık gönlüme gam ateşi salmış. [Ancak]
senin ihsan bulutunun o ateşe su serpeceğinden ümitliyim.
Suyun Nisan bulutundan [inip] sultanlara lâyık inciye
dönmesi gibi, Fuzûlî’nin sözleri [de] senin naatinin bereketinden [birer] inci
olmuş.
31-32 Gaflet uykusundan uyanan [kimse], kıyamet günü
olduğunda; pişmanlık gözyaşlarından, uyanıp açılan gözüne su döktüğünde
umduğum: sevgilinin güzel yüzünden mahrum olmamam [ve] vuslatının çeşmesinin
ben cemal susamışına su
Su Kasidesi Adlı Şiirin Tahlili
“Eşk” gözyaşı “od” ise ateş demektir. Öncelikle şair böyle
bir ifade ile dolaylı olarak, gönlünde bir ateş bulunduğunu ve gözlerinden
yaşlar akmakta olduğunu bildirmektedir. Şair gözünün akıttığı yaşları, içindeki
ateşi söndürmek yahut teskin etmek için serptiği sular gibi yorumlayarak gözüne
seslenmekte ve “Böylesine tutuşan ateşlere su fayda vermez” demektedir. Bu
ifade iki anlama gelebilir: l. Gönlümdeki yangın öylesine fazladır ki artık
buna su serpmenin faydası yoktur, söndürülemez. Alevlerin iyice yükseldiği bir
yangım söndürmek için o günün en güçlü tulumbaları ve tulumbacılarının dahi
çaresiz kaldıkları bilinmektedir. O devrin şartlarında tulumba vb. imkânlarla
sıkılan sular, bu gibi büyüyen yangınları söndürmekten çok yangının diğer
yerlere sıçramasını engellemek için çevreyi ıslatmaya yarıyordu. Böyle bir
manzaraya işaret olmak üzere şair gözlerine boşuna uğraşmaması tavsiyesinde
bulunuyor. 2. Bu ateş insanı yakıp kavurmasına rağmen su ile söndürülecek
cinsten değildir. Görüldüğü üzere “od” [= ateş] kelimesi burada hakikî anlamında
değil, insanın içini yakan duygu karşılığında mecazî anlamda kullanılmıştır.
Ayrıca göz, yangın söndürmeye çalışan bir şahıs gibi düşünülerek kendisine
hitap edilmiştir (teşhis). Su ve ateş gibi birbirine zıt nesneler aynı ibarede
kullanılmışlardır (tezat).
“Âb-gûn” su rengi demek olup cam ve hava gibi renksiz ve
şeffaf nesneler için kullanılır. “Günbed-i devvâr” dönen kubbe; “muhît” saran,
kuşatan anlamındadır. Eskiler göğü ve felekleri yeryüzü üzerine kapanmış
şeffaf kubbeler olarak tasavvur ediyorlardı. Şair bu şeffaf gökyüzünün su rengi
oluşu
ile gözünden akan sular arasında bir ilişki kurarak, sanki
gerçeği bilmiyormuş gibi davranmakta ve “Bu gök kubbe su rengi mi, yoksa
gözümden akan yaşlarla devreden kubbeyi su mu kapladı, bilmiyorum?” diyerek
akan gözyaşlarının felekleri dahi kaplayacak kadar çok olduğunu vurgulamaktadır
(tecahülüarif, mübalâğa).
Öyle anlaşılıyor ki şair aynı zamanda, sürekli gözünden akan
yaşlar sebebiyle her yeri su olarak gördüğünü ima etmektedir. Bunun yanı sıra
devrinin tip, astronomi, kimya, coğrafya gibi bilimlerini şiirinde çokça
işleyen Fuzûlî, burada o devrin göklerle ilgili bir inancına temas etmektedir.
Eskiler iç içe girmiş yedi kat şeffaf kubbe gibi düşündükleri felekler ile
dünya seması arasında, dalgalarının bir damlası dahi havaya karışmayan ve
gerektiğinde bir miktarı yağmur olarak yeryüzüne indirilen bir su deryası
bulunduğuna inanıyorlardı. Hatta bazılarına göre gezegenler de bu deniz içinde
balıklar gibi yüzerek hareket etmekteydiler. Bu deniz veya denizlerin mahiyeti
hakkında Erzurumlu ibrahim Hakkı’nın Ma’rifetnâme adlı eserinde uzun uzadıya
bilgi verilmiştir, işte şairin “Yoksa gözümden akan su devreden kubbeyi mi
sarmış?” demesinin sebebi bu olsa ge
rektir. Beyitte “devrân” [= felek] ve “devvâr” [= çok dönen,
sürekli devreden] kelimeleri aynı kökten kaynaklanan kelimeler olduklarından
özellikle tercih edilmişlerdir (iştikak).
Beytin bir soru cümlesi şeklinde yorumlanması, Âzerî
Türkçesinde görülen ve daha çok vurgu ile belli olan bir hususiyetten kaynaklanmaktadır.
Şair aslında cevabını bildiği bir soruyu kendi kendine sorarak, konuya
okuyucusunun dikkatini yoğunlaştırma amacındadır. Eski şiirimizde sevgilinin
âşığın gönlünde büyük heyecanlar ve sızılar uyandıran bakışı kılıç, hançer vb.
kesici ve yaralayıcı silâhlara benzetilir. Bütün şairler bu kılıç darbeleri ile
gönüllerinin param
parça olduğunu ifade ederler. Sanatında her zaman farklı
olmayı kendisine prensip edinen Fuzûlî ise gönlünün bu kılıç darbelerinden
değil, bu darbelerin zevkinden yarık yarık olduğunu ifade etmektedir. Çünkü
ona söz konusu kılıç darbeleri, su kadar aziz gelmektedir. Hemen ardından da
buna akan suyun zamanla taş üzerinde oluşturduğu izleri ilginç bir örnek olarak
getiriyor (irsalime-
sel). Özellikle asırlık çeşme ve şadırvanlarda musluklardan
damlayan suların taş yahut mermer üzerinde derin izler bıraktığı malûmdur,
işte şair sevgilisine, su nasıl duvar üzerinde “mürûr” [= akma, geçme] ile
“rahne”ler [= yarık, gedik] bırakıyorsa, onun kılıcının da kendi gönlünde aynı
şekilde yarıklar oluşturduğunu söylüyor. Burada işlenen kılıç-su ilişkisi,
gerek deyim olarak gerekse teknik
bir tabir olmak itibanyla “kılıca su verme” ile ilgili bir
husustur. Kılıcın su verilerek çelik hâline getirilişi onun sertlik ve
keskinliği ile ilgili olup; şairler ve özellikle Fuzûlî sevgilinin kılıç gibi
bakışma su kadar muhtaç olduklarını ima etmek için onu daima suya benzetirler.
İşte şairin gönlünde açılan yaraları suyun taş üzerinde bıraktığı izlere
benzetmesi bundan kaynaklanmaktadır.
4- Bir önceki beyitte ifade edilen, sevgilinin kılıcının
âşığa su gibi geldiği hususunu şair bu defa farklı bir yorumla, yeniden ve daha
güçlü bir biçimde işlemektedir. Günümüzde de ameliyatlı hastalara su vermezler,
hasta ne kadar su istese ve yansa onun iyiliği için suyu damla damla ve
ihtiyatla verirler. Beyitte sevgilinin bakışını yahut kirpiğini sembolize
etmek üzere kullanılan “peykân” [= ok ucuna takılan sivri çelik, temren] da
çelikten mamul olduğu için su verilmiş bir metaldir. Burada sevgilinin bakışı
yahut kirpiğinin hararetle yanmakta olan âşığa gerçekten su gibi geldiğini
vurgulamak için şair yeni bir sahne çiziyor: Nasıl derin yarası olan bir kimse
suyu ihtiyatla içerse, yaralı gönül de sevgilinin peykâmndan bahsederken
öylesine ihtiyatlı davranmaktadır. Burada da amaç, sevgilinin
âşıkları yaralayan, hâlden hâle sokan ok gibi tesirli
bakışının Fuzûlî için su kadar aziz ve hararetle arzu edilen bir nesne olduğunu
vurgulamaktır. Beyti ilk okuyanda sanki gönül, oktan yaralandığı için tekrar
yaralanacakmış endişesi ile ondan korku ile bahsediyormuş intibaı uyandırılmış.
Halbuki şair ikinci mısrada verilen örnekten (irsalimesel) de anlaşılacağı
üzere bu okun su gibi hararetle
arzulanan bir şey olduğunu, sevgilinin kılıç ve ok gibi
kesici ve yaralayıcı bakışlarına su kadar muhtaç olduğunu vurgulamaya
çalışmaktadır.
Tarikat meclislerinde Hz. Muhammed’in manevî şahsiyetinin
daima hazır bulunduğuna ve onun, nazarı ile zikir halkasında bulunan dervişlere
ilâhî feyiz dağıttığına inanılır. Bu gibi zikir ve merasimlerden sonra uzun
bir süre su içilmemesine dikkat edilmesi yahut suyun ihtiyatla içilmesi,
beytin oluşturduğu çağrışımlar açısından ilginç bir dürüm teşkil etmektedir.
“Suya vermek” [= sele vermek, sel alıp götürmek] ile “su
vermek” [= yetişmesi için ihtimamla sulamak] deyimlerinin ustalıkla seçilerek
kullanıldığı bu beyitte şair, sevgilinin yüzünü bir güle benzetmekte ve bu
güzellikte bir gülün bir daha yetişmesinin mümkün olmayacağını ifade
etmektedir. Daha sonra gelen beyitlerden açıkça anlaşılacağı üzere burada söz
konusu edilen güzel Hz. Muham
med’dir. Eski şiirimizde Hz. Peygamber’in bir gül ve onun
yaşadığı Asr-i Saadet’in de bahar mevsimi şeklinde işlendiği düşünülecek
olursa şairin neyi kastettiği daha iyi anlaşılabilir. Beyitte geçen “sele
vermek” deyimi, selin alıp götürmesine göz yummak, buna engel olmak için tedbir
almamak anlamında bir ifadedir. Anlaşıldığına göre şair, Hz. Muhammed’in ahir
zaman peygamberi olduğu
inancından hareketle “bâg-bân” kelimesiyle Allah’ı, bağ ile
de dünyayı semboliz ederek onun ölümünden sonra dünyanın varlığının
anlamsızlığını ifade etmeye çalışmaktadır. Azerî Türkçesinde benzetme edatı
olarak kullanılan “tek” [= gibi] kelimesi, aynı zamanda sayı sıfatı olarak
“tek” [= bir tane] anlamına gelmesi bakımından ibaredeki “min” [= bin] kelimesi
ile uzak anlamı itibanyla ilişki
içindedir (ihamıtenasüp). ibaredeki bahçıvan, su vermek, gül
bahçesi, gül, gül açılmak gibi ifadelerin bir arada kullanılması, kavramlar
arasında tam bir uyum oluşturmaktadır (müraatinazir).
Bu beyitteki bazı kelimeler iki anlama gelebilecek şekilde
ustalıkla seçilmişlerdir. Çağatay ve Azerî Türkçelerinde nakkaş ve aynı zamanda
yazıcı anlamıyla “muharrir”; sakal ve yazı kaşılığıyla gelen “hat” toz yahut
‘toz gibi ince şey anlamıyla gubârî de denen bir yazı çeşidinin ismi olan
“gubâr”; resim çizmede kullanılan kıl kalem ve yazı yazmada kullanılan kamış
kalemi karşılayan “hâme” kelimeleri özellikle seçilmiştir. Şair sevgilinin
yanağındaki “hatt”ı [= sakal] övmek için; bir nakkaşın ne kadar uğraşsa,
bakmaktan kalem gibi gözlerine kara sular inse, yine de “gubâr’ını yani toz
kadar ince çizgilerini onun sakalına benzetmeye muvaffak olamayacağını ifade
etmektedir. Türkçede günümüzde de kullandığımız “göze kara sular inmek” deyimi
gözün artık görmez hâle gelmesinden kinayedir. Nakkaş bu tasviri çizmek için o
kadar uğraşmıştır ki gözü görmez hâle gelmiştir. Bu durum
için ucuna yukarıdan aşağıya doğru kara mürekkebin inmekte
olduğu kalemin benzetilen olarak seçilmesi ifadeye ayrı bir güzellik
katmaktadır, insanlar özellikle aşırı beyaz yahut fazla ışıklı bir cismebakınca
bir müddet sonra geçici bir körlük oluşur. Buna engel olmak için çöllerde göze
sürme çekerler yahut karı çok olan yerlerde göz altına kömür tozu sürerler.
Kalemin ucunun göz gibi düşü
nülmesi ve yazı yazarken duruşunun beyaz kâğıda bakıyor gibi
oluşu ve içindeki siyah mürekkebin aşağıya doğru akışı kalem hakkında
geliştirilen “kalem gibi gözlerine kara su inse” ifadesi ile fevkalâde bir
uyum teşkil etmektedir. Eğer “muharrir” kelimesi hattat veya kâtip olarak
düşünülecek olursa bu defa da “gubâr” kelimesi ile toz kadar küçük yazı
anlamındaki ‘hatt-i gubârî’nin kastedildiğine hükmederek, “Kâtip kalem gibi
bakmaktan gözlerine kara sular inse de, gubârî hattını senin sakalına
benzetemez” anlamını çıkarmak mümkündür. Eskiden ömürlerinin neredeyse tamamını
çok ince tahrirlerle uğraşarak geçiren minyatür sanatçılarının önemli bir
kısmının bir zaman sonra gözlerinin göremeyecek hâle geldiği düşünülecek
olursa, şairin beyitteki ifadesiyle aynı zamanda böyle bir tarihî gerçeğe de
temas ettiği anlaşılır.
“Ârız” yanak demektir.
Bu ifade ile şair kendisini, sevgilisinin yanağı aklına
gelince gözyaşlarını tu
tamayan ve bu yaşlarla kirpikleri ıslanan bir âşık olarak
ifade etmekte, hemen ardından da kirpik ve diken arasında şekil itibanyla bir
benzerlik kurarak kirpiklerinin ıslanışını gül elde etmek için dikenli
dalların sulanmasına benzetmekte, “Gül temennisi ile dikene su vermek -yani bir
güzelliği el
de etmek için başa gelecek sıkıntılara razı olmak- ziyan
değildir, bilakis fayda getirir” demek istemektedir. Burada söz konusu edilen
ve gözde açılması ümit edilen gûl, rüyada görülmesi ümit edilen Hz.
Muhammed’dir. O kolayca ulaşılamayan, ancak rüyada ulaşılabilen yahut mahşer
gününde yüzünü görme anı hasretle beklenen bir sevgilidir. O, kendisine sevgi
bağlamayanlara, ümmet ol
mayanlara; kendisi için gözyaşı dökmeyip hasretini
çekmeyenlere ne bu dünyada ve mahşer gününde sancağını açtığı zaman cemalini
göstermez.
Bütün yukarıdaki beyitlerde olduğu gibi bu beyit de
tamamıyla Hz. Muhammed’e âşık olan vect ve hâl ehli kimselerin ruh yapılan ile
ilgili bazı psikolojik halleri tasvir etmektedir. Bu gibiler geceleri sabahlara
kadar salât ve selâm ile, yani Allah’a ibadet edip Hz. Muhammed’in şefaatine
mazhar olma ümidiyle ona selâm ederek vakit geçirirler. Onun bir anlık
tecellisini bekler dururlar. Bu tecellînin
yani zuhurun gerçekleşmediği günler, onlar için “karanu
gice”den [= karanlık gece] farksız gamlı günlerdir. Bu hâller tasavvuf yolunda
seyredenlerce tutulma, daralma, sıkıntı anlamına gelen ‘kabz’ ve açılma,
ferahlama, neşe demek olan ‘bast’ kelimeleri ile ifade edilir. Sevgilinin
bakışının bu edebiyatta kılıç yahut hançere benzetildiğinden daha önce de
bahsedilmişti. İşte şairin gam ve keder
gününde hasta gönlüne sevgilisinin hançerini istemesi, Hz.
Muhammed’in manen tecelli ederek âşığına nazarını yöneltmesi talebini içeren
sembolik bir ifadedir. Şair bu duruma karanlık gecede hararetle yanan,
yatağından kalkıp bir damla su içmeye mecali olmayan bir hastayı örnek vererek;
“Böy
le birine su vermek nasıl hayırlı bir iş ve sevap ise, senin
gamının derdiyle aynı durumda olan bana da kılıç gibi keskin bakışınla nazar
etmen aynı değerdedir” demek istemektedir.
Görüldüğü üzere yukarıda olduğu gibi burada da silâh ve su
ilişkisi sürdürülmekte; âşığa sevgilinin çelik gibi keskin nazarının hararetle
yanmakta olan hastanın suya olan ihtiyacı kadar kıymetli olduğu
vurgulanmaktadır.
Bu beyit günümüzde Anadolu’da hâlâ sürdürülmekte olan, ok
tabir edilen “V” şeklindeki bir çubukla yer altındaki su kaynağını arama işini
çağrıştırmaktadır. Bu iş için el almış olan kimse iki ucundan tuttuğu “V”
şeklindeki oku önüne tutarak yürür, su kaynağının bulunduğu yerde okun önde
bulunan köşesi aşağıya doğru çekilerek su kaynağının bulunduğu noktayı haber
verir. Yukarıda süregelen nazar ve ok ilişkisi burada da fakat biraz daha
farklı bir şekilde sürdürülmektedir. Şair gönlüne sanki farklı birisiymiş gibi
hitap ederek ondan sevgilinin okunun temrenini talep etmesini istemektedir.
Burada bir şeyi can ü gönülden isteme hâline işaret edilmektedir. “Peykân” [=
okun ucundaki keskin çelik parça] ile kastedilen okun kendisi olmalıdır. Yani
okun ucu zikredilmiş, fakat aslında kendisi kastedilmiştir (zikr-i cüz irâde-i
kül). “Sahrâ” çöl demektir. Şair gönlünden sev
gilinin okunu alarak aşk sahrasında kendisi için su yerine
geçen ilâhî feyiz ve tecelliler arayıp bulmasını istemektedir. Beyitteki “gez”
[= kez, kere defa] kelimesi aynı zamanda “gez” [= aramak içindolaş] şeklinde
okunabilecek bir yapıya sahiptir (cinas).
“Zühhâd” zahitler demektir. Edebiyatımızda “zâhid” kavramı,
gerçek anlamı olan züht ve takva sahibi, dindar kimse anlamından farklı
olarak; gösteriş ve menfaatleri için dindar geçinen, riyakâr, aşk ve şevkten
nasibi olmayan kaba sofuları temsil eden bir tipi canlandırır. Şairler bu
gibilere her fırsatta sürekli sataşmayı bir gelenek hâline getirmişlerdir.
“Hüşyâr” aklı başında olan kimse demektir. Pek çok örneği geçtiği üzere aşk
yolu akıl ile girilecek bir yol değildir. Akıl bu sarp yolda şairlerce ayağı
topal bir beygir gibi kabul edilmiştir. Zahitler ibadetlerinde samimi olsalar
bile akıllarını rehber edindikleri için bu yola giremezler.
Kıldıkları her rekât namaz için kendilerine cennette
verilecek bahçeyi yahut çektikleri her tespih tanesi için yiyecekleri bir
cennet üzümünü düşünürler. Her ibadetleri menfaatleri içindir. Öyle ki Allah
onlara Cennet vadetmese ibadet etmeyecek tiplerdir. Âşık ise Allah kendisine
hiçbir şey vadetmese dahi Allah’a ibadetine devam eden, ondan sadece cemalini
yani âşığı olduğu yüzünü görmeyi talep eden samimî bir tipi sembolize eder.
işte Fuzûlî’nin “Ben senin dudağının hasretini çekiyorum, zahit ise cennette
kendisine verilecek Kevser’in hayalini kuruyor” demesinin sebebi budur. “Leb”
tasavvufî bir sembol olarak ilâhî tecelliler anlamında kullanılmakla beraber
burada metnin ifadesinden anlaşıldığına göre, şair ahirette Hz. Muhammed’in
kendisine “ümmetim!” yahut Allah’ın “kulum!” diye hitap edişini kastetmekte; bu
anın özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Fuzûlî bu ifadesini daha çarpıcı bir hâle
getirmek için sarhoşa şarabın, aklı başında kimseye de suyun hoş gelmesini
örnek göstermektedir. Öyle ayyaşlar vardır ki yeri geldiğinde bir damla şarap
için bütün servetlerini verirler. Meseleye şarabın helâl ve haram olması
yönünden bakmamak gerekir. Bu benzetme bir tutkuyu ve samimiyeti vurgulamak
üzere sergilenmiştir. Şair sevgilisinin dudağına o ayyaşın şaraba olan
tutkunluğu gibi bir düşkünlükle, hiçbir riya ve gösterişi olmadan hasrettir.
Yeri geldikçe ifade edildiği üzere dinin haram ve necis kıldığı şarabın kiri,
zahidin riya ve gösteriş ile ettiği ibadetin kiri yanında tertemiz kaldığı
için şairler birer sembol olarak sürekli şarap ve zahit kavramlarını birlikte
zikrederek şarabı üstün tutarlar.
Bu beyitte bir akarsu tasvir edilerek, bu suyun söz konusu
serviye âşık olduğu için onun bulunduğu bahçeye doğru sürüklenmekte olduğu
yorumu geliştirilmektedir. Eski şiirimizde “serv” [= servi ağacı] ince, uzun,
mütenasip boyu ve rüzgârda salınışı ile güzel boy ve salınarak yürüyüşün yahut
mütenasip yapıda kimselerin sembolü hâline geldiği gibi,
şekil itibarıyla l rakamını andırdığından manevî anlamda “vahdet” [= Allah’ın
birliği] sembolü olarak kullanılmış ve özellikle Fuzûlî’nin şiirinde pek çok
defalar ‘istiare yoluyla’ Hz. Muhammed’i sembolize etmiştir. Asıl anlamı bahçe
demek olan “ravza” kelimesi burada bir çağrışım oluşturmak üzere Hz.
Muhammed’in kabri Ravza-i
Mutahhara’yı ima için tercih edilmiş görünüyor (iham). Su
ise alçak gönüllülüğün, meyledişin ve aşk yoluna sürüklenip gidişin sembolüdür.
Fuzûlî’nin yaşadığı Bağdat şehrinde, Hz. Muhammed’in kabrinin bulunduğu güney
istikametine doğru akmakta olan Dicle nehrinin konumunu göz önünde
bulundurarak beyte bakacak olursak, su o servi boylu peygambere olan aşkından
dolayı onun
“Ravzasına doğru durmadan akıp gitmektedir. Hz. Muhammed’in
evinin ve mescidinin bulunduğu yere “ravza” denmesinin sebebi, “Evimle minberim
arası cennet bahçelerinden bir bahçedir” mealindeki bir hadis-i şeriften
kaynaklanır.
Aşk şirket yani ortaklık kabul etmez. Aşkın en başta gelen
şartlarından birisi kıskançlıktır. Her âşık sevgiliye en yakın kendisi olsun
ister, onun yanında gördüğü herkesi kendine rakîb görür. Bir önceki beytin
devamı durumunda olan bu beyitte Fuzûlî, daha önceki beyitlerde kılıç ve temren
çeliklerinden ümit ettiği suyun farklı bir su olduğunu ima edercesine, bu akan
sudan içmeyi aklından da
hi geçirmemektedir. Şimdi onu aşktan dolayı bir kıskançlık
sarmıştır ve tek derdi sevgilisine doğru yönelmiş akıp gitmekte olan ve
kendisiyle âdeta rekabet eden bu suyun yolunu kesmektir.
Bu konuda öylesine saf ve samimîdir ki aklına ilk gelen şey
hemen ölüp toprak olmak ve bir parça olsun bu akışa engel teşkil edebilmektir.
Şairin vurgulamak istediği husus aşk yolunda canın ve malın hiçbir değeri olmadığıdır.
“Kûy” mahal ve mekân demek olup edebiyatta daha çok sevgilinin bulunduğu yer
için kullanılır. “Toprak olmak” ölünce insan bedeninin toprağa karışarak yok
olup gitmesi sebebiyle ölmekten kinaye bir tabirdir. “Koyman” gerek Azerî
gerek Anadolu Türkçesinde “koymam, bırakmam, izin vermem” anlamındadır.
“Dest-bûs” el öpme, “kûze” ise topraktan yapılan kap
demektir. Bir hasretin, aşktaki samimiyetin, karşılıksız fedakârlığın, saf
vuslat arzusunun en güzel şekilde ifade edildiği bu beyitte şair, hayatta iken
kavuşamadığı hayalî sevgilisine hiç olmazsa öldükten sonra kavuşma, bir şekilde
ellerine değme ümidiyle dostlarına vasiyette bulunuyor: “Eğer bu emelime
kavuşamadan yani onun elini öpe-meden ölürsem, mezarımın toprağından bir çanak
yapın ve sevgiliye bu çanakla su verin. Hiç olmazsa ona bu şekilde değmiş
olayım.”
Edebiyatta gülün bülbüle âşık olduğu hakkında geliştirilen
yorumlar gibi bir de servi dalına konup sürekli dem çeken kumrunun, servi
ağacına âşık olduğu yorumu geliştirilmiştir.
Kumrunun sürekli dem çekişi onun serviye yalvarması ve
servinin şekil itibarıyla dimdik bir görünüşe sahip bulunması, kumrunun bütün
yalvarmalarına karşılık olumsuz bir tavır takınması olarak yorumlanır. İşte
böyle bir tabiat manzarasına yeni bir yorum getiren Fuzûlî, servi ağacının
dibinden akan suyu da bu ikiliye ilave ederek suyu, kumruya merhamet etmesi
için servi ağacının eteğine yapışan, ayağına kapanan ve yalvaran biri olarak
yorumlamaktadır. Fakat manzaranın ilginç yanı su bu şekilde davranınca servinin
hemen dik başlılığı terk etmesidir. Yani su servinin ayağına gelince servinin
gölgesi suya aksedecek ve böylece kumrunun yalvarmalarına itiraz etmekten
vazgeçmiş olacaktır. Bilindiği
üzere servi aynı zamanda edebiyatta vahdet yani ilâhî
birliğin sembolü olarak kullanılmıştır.
Bu beyit hakkında geliştirilen servinin Allah’ı, kumrunun
ona sürekli yalvaran kulu ve servinin ayağına kapanan suyun da ümmetine şefaat
etmek için Allah’a yalvaran Hz. Muhammed’i sembolize etmesi beytin ayrı bir
güzelliğini sergilemektedir.
Gül ve bülbül hakkında geliştirilen alegorik hikâyelerde
efsanevî bir rivayet vardır. Güya gül ilk yaratıldığında soluk renkli bir
çiçekmiş. Bülbülün geceler boyunca sabahlara kadar sürekli dallarına konup ona
yalvarmalarına aldırış etmezmiş. Nihayet bülbül mecalsiz kalıp kendinden
geçtikten sonra her sabah erkenden açılırmış. Bu yıllarca böylece devam etmiş.
Nihayet bir seferinde bülbül yine gülün çevresinde yalvarırken gülün dikeni
vücuduna saplanarak canından olmuş, akan kanları gül fidanının dibine dökülmüş.
Ertesi sabah açılan gül goncaları o zamana kadar hiç görülmedik bir hâlde
kırmızı olarak açılmışlar. Bundan dolayı gülün kırmızı rengini bülbülün
kanından elde ettiğine ve daha güzel renge sahip olmak için bülbüle sürekli
aynı hileyi tekrarladığına inanılır. Şair bu efsaneye bir işaret olmak üzere
gül ağacını bülbülün kanına susamakla itham etmekte, bülbülü kurtarmak için de
suyun bir an önce gülün mizacına girerek onu değiştirmesini istemektedir.
Burada hile anlamında kullanılan “reng” kelimesi aynı
zamanda, uzak anlamı itibarıyla beytin konusunu teşkil eden gülün bülbülün
kanından renk alması bahsini de çağrıştıracak şekilde tercih edildiğinden
dikkat çekmektedir (ihamıtenasüp).
“Mizâc” eski tıp bilgisine göre insan vücudunda bulunan
‘ahlât-i erba’a’ [= dört hık] yani kan, balgam, sevda ve safradan oluşan dört
‘hılt’ın birbirlerine göre oranları ile ilgili bir husustur. Bu dört ‘hılt’ da
sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluk tabiatlarının bir sonucu olup bu
tabiatlar da ‘anâsır-i erba’a’ [= dört unsur] denen ateş, hava, su ve topraktan
ibaret unsurların etkilerinden oluşur. Ahlât-i erba’a yani dört hıltın insan
vücudundaki oranlarının artma ve azalmasının demevî, balgam!, safravî ve sevdâî
gibi mizaçların ortaya çıkmasına sebep olduğuna inanılmıştır. Böylece insanın
sadece bedenindeki organik yapının değil ahlâkî yapısının da etkilendiği
düşünülmüştür. Buna göre çabuk öfkelenmek yahut korkmak veya kan dökücü olmak
vb. karakterler de bu ‘hıltların vücuttaki oranları ile ilgili hususlardan
sayılıyordu. İşte Fuzûlî gülü kan dökmeye meyilli ve muhtemelen demevî mizaçlı
bir şahsa benzeterek, suyun onun bünyesine bir an önce girip bu mizaç dengesini
değiştirmesini ümit etmektedir.
16-Aslında toprak demek olan “tıyn” kökünden türetilen “tıynet”
kelimesi insanın yaratılışı, fıtratı ve mayası anlamında bir tabirdir. “Rûşen
kılmak” apaçık belli etmek, “iktidâ kılmak” ise tabi olup uymak demektir. Esas
anlamı çokça övülmüş demek olan Ahmed ismi Hz. Muhammed’in Kur’an’da geçen
isimlerinden olup “Muhtâr” onun seçilmiş bir peygamber oluşunu belirten bir
sıfatıdır. Tabi
atta daha çok denizler ve akarsularda bulunan su, esas
itibarıyla temiz olup aynı zamanda temizleme özelliği olan bir unsurdur. Şair
aslında suyun yaratılışında var olan bu özelliğine şairane bir yorum getirerek
onun, Hz. Muhammed’in yoluna uyduğu için böylece temiz ve temizleyici olduğunu
ifade etmektedir (hüsnütalil). Bu beyitte suyun Hz. Muhammed’in yoluna girmesi
ile yukarıda 11. beyitte sevgiliye âşık olarak onun yoluna koyulması arasında
ince bir ilişki bulunmaktadır. Bu beyit kasidenin giriş kısmının (nesih) bitip
methe geçişin başladığı beyittir (gürizgâh).
“Seyyid” ileri gelen, önder ve efendi, “nev’” yahut “nevi”‘
cins, sınıf, “nev’-i beşer” ise insan soyu demektir. Bilindiği üzere Hz.
Muhammed hakkında edebiyatta en yaygın olarak kullanılan benzetmelerden biri
onun bir ‘dürr-i yektâ’ yani eşi benzeri bulunmayan bir inci olduğudur.
Fuzûlî’nin şiirinin en belirgin özelliklerinden birisi de kendisinden önce
söylenmişleri daima bir perde aşmak ve
sürekli daha yeni şeyler üretmektir. Öyle anlaşılıyor ki
şair burada Hz.Peygamber için kullanılan bu tabir yerine onu, her biri değerli
birer inci gibi olan sözleri sebebiyle “deryâ-yı dürr-i ıstıfâ” [=seçme inci
denizi] şeklinde vasıflandırmayı daha uygun görmüştür. Her türlü kötülüğün
iyice arttığı Cahiliye Devri’nde gelen ve çevresindeki kötülükleri iyiliğe
çeviren bir peygamber olduğundan,Fuzûlî onu mucizeleri kötülük ateşleri üzerine
su serpen bir peygamber olarak nitelendirmektedir.
Bu ifade aynı zamanda Allah’ın Hz. Muhammed için söylediği
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olmak üzere gönderdik” (Enbiyâ, 107) ayetine
çağrışım yapacak bir biçimde kullanılmıştır. Bilindiği üzere Türkçede günümüzde
dahi, özellikle ihtiyarlar yağmur yerine “rahmet” demektedirler. Beyitteki
“âteş” ve “su” ibareleri aralannda zıtlık oluşturmak üzere kullanılmışlardır
(tezat).
Burada Ziyâd b. Haris es-Sudâî’den nakledilen bir hadise
işaret edilmiştir. Ziyâd’ın kavminden bir heyet gelip yazın kuyularının
kuruması sebebiyle susuzluk çektiklerini, zor durumda kaldıklarını bildirir.
Bunun üzerine Hz. Muhammed yedi tane çakıl taşı getirterek bunları elinde
ovuşturup dua eder ve memleketlerine gittiklerinde bunlan Allah’ın adını anarak
sıra ile söz konusu kuyuya atma
larını söyler. Bu hadiseden sonra kuyuda öyle çok su oluşmuş
ki kimse bir daha kuyunun dibini görememiş. Şair önce nebilik müessesesini
âdeta solmakta olan bir gül bahçesi şeklinde ima ediyor.
Çünkü Hz. isa’dan sonra uzun yıllar boyunca peygamber
gelmediğinden insanlar yollarını şaşırmışlardır. Sonra da hem bu mucizeye
işaret ederek, hem de suyun bahçeleri yeşertmesini kastederek;sert taşlann dahi
onun peygamberlik bahçesini âdeta tazelemek için su çıkardıkları yorumunu
geliştiriyor. Bilindiği üzere mucize peygamberlere has bir Allah vergisi olup
hemen bütün peygamberler bir mucize ile gönderilmişlerdir. Şair Hz. Muhammed’in
peygamberliğini bir gül bahçesi, yukarıda bahsi geçen çakıl taşlarından su
çıkması hadisesini de mucizesi ile bu bahçenin sulanıp tazeliğinin artması ve
güzelleşmesi olarak görmektedir.
“Bahr” deniz, “bahr-i bî-pâyân” ise ucu bucağı olmayan deniz
demektir. “Âteşhâne” ateşe tapanların yani mecusîlerin tapınaklarına denir.
Hz. Muhammed’in doğduğu gece, mecûsîlerin Istahrâbâd şehrinde bulunan ve
asırlar boyunca hiç sönmeden yanan büyük ateşleri ilk olarak sönmüştü. İslâm
tarihçileri bu hadiseyi dünyaya bir peygamber gelişinin alâmeti olarak
belirtirler ve şairler Hz. Muhammed’i överken bu hususu sık sık belirtirler.
Ancak Fuzûlî burada bir değil “min min” [= binlerce] Mecusî tapınağına su
ulaştığını, yani ateşlerinin söndüğünü belirtmektedir. Kolayca anlaşılacağı
üzere burada Hz. Muhammed’in peygamberliğinden önce iran’da yaygın bulunan bu
tapınakların,
islâm’ın yayılmasından sonra hemen tamamen yok olmalarına
işaret edilmektedir.
Câbir bin Abdullah’tan rivayet edilen bir hadise göre,
Medine’den gelen Müslümanların Kabe’yi serbestçe tavaf edebilmek için
Hudeybiye sulhunu yaptıkları gün herkes çok susuz ve zor durumdakalmıştı.
Ağlayacak bir hâlde gelip ellerindeki bir kırbayı göstererek
“Yâ Resûlallah! Bu sudan başka ne içecek ne de abdest alacak suyumuz yok”
demeleri üzerine Hz. Peygamber elini getirilen su tulumunun içine sokmuş ve
parmaklanndan pınar gibi sular akmaya başlamıştı. Hadisi rivayet eden şahıs,
Câbir’e “O gün kaç kişiydiniz?” diye sorduğunda Câbir’in “Bin beş yüz kişiydik
ama eğer yüz bin kişi de olsaydık su yine bize yeterdi” dediği
bildirilmektedir. Hz. Muhammed’in değişik zamanlarda çok az miktardaki suyu elini
kaba sokarak çok kimseye yetecek kadar çoğalttığı, kurak çölde yere
çukurkazdırıp elini içine koyarak oradan su kaynamasını sağladığına dair (bk.
res. 129, 130) pek çok hadis rivayet edilmiştir. Ancak Fuzûlî’nin, “şiddet
günü” [= sıkıntı günü] demesi, aynı zamanda Hz. Muhammed’in Tebük Seferi’ni de
akla getirmektedir. Çünkü Kur’an’da bu sefer için “Sâ’atü’1-usra” [= zorluk
saati, vakti] dendiği gibi, Hz. Peygamber o seferde de parmaklarından akan su
ile bütün ordunun susuzluğunu gidermişti. Şairin Hz. Peygamber’in parmakları
ile “parmak dişlemek” [= hayretten parmağını ısırmak] deyimi arasında ortak
bulunan “parmak” ilişkisini özellikle tercih ettiği görülmektedir.
Bu beyitteki “dost” [= arkadaş] ve “zehr-i mâr” [= yılan
zehiri] kelimeleri, okuyucunun zihninde derhâl Hz. Muhammed ve Ebubekir’in
Mekke’den Medine’ye giderlerken gizlenmek için girdikleri mağarada delikten
çıkan yılanı ve Hz. Ebubekir’in yılan Hz. Peygamber’e zarar vermesin diye
ayağını deliğe dayaması hadisesini canlandırmaktadır. Hâlid bin Veltd’in
çevresindekilerin engellemesine rağmen bilerek çok etkili bir zehir içtiği,
aynı şekilde Hz. Ömer’in de Bizans elçisinin karşısında bir zehri içtiği fakat
kendilerine hiçbir şey olmadığı rivayet edilmektedir. Fuzûlî bu beyitteki
ifadesiyle her biri Hz. Peygamber’in yakın dostları olan bu kimselerin
olağanüstü hâl ve fedakârlıklarını imaediyor olmalıdır. Düşmanının içtiği suyun
yılan zehirine dönmesi ise, yine Tebük seferinden dönüşte Semûd kavminin
harabelerinden geçerlerken, Hz. Muhammed’in oradaki su birikintisinden su içmek
isteyen esbabını, o suyun zehirli olduğu gerekçesi ile engellemesine ve o suyla
yoğurdukları hamurlan dahi döktürmesine bir işaret olabilir (telmih).
Arapça asıllı “katre” kelimesi damla, “vuzu’” ise abdest
anlamındadır. Azerî Türkçesinde “min” bin, “urgaç” vurduğu zaman demek olup
burada abdest için yüze su vurulması kastedilmektedir. “Hz.Muhammed’in abdest
alışını ima ve tasvir eden bu beyitte, onun abdest için yüzüne çarptığı her
sudan binlerce rahmet deryası dalgalandığı ifade edilmektedir.
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ,
107) mealindeki ayetten de anlaşılacağı üzere, Hz. Muhammed’den Kur’an’da
“rahmet” [= iyilik, güzellik] olarak bahsedilmektedir. Fuzûlî’nin onun
yanağından etrafa sıçrayan damlaları rahmet deryasına benzetmesi böyle bir
ilgiyi kastederek, damlayı övgü amacıyla deniz şeklinde ifade etmesinden
kaynaklanmış olabilir. “Rahmet” aynı zamanda Allah’ın kullarına acıyıp onları
bağışlaması demektir. Hz. Peygamber’in hadislerinden anlaşıldığına göre
şartlarına uygun olarak yani kendisinin uyguladığı şekilde alınan her abdest,
insanın bütün günahlarının bağışlanmasına sebep olacak kadar güçlü ve
Allah’ın rahmetini celp edecek bir ibadettir. Beytin ima ettiği bütün bu
anlamlardan başka asıl hedefi; yukarıda bahsedilen Tebük Seferi’nden dünüşte
İslâm ordusu susuzluk içinde olduğu hâlde Tebük kaynağına varıldığında, oradan
bir kabı dolduracak kadar az su alınarak Hz. Muhammed’e getirilmesi ve
kendilerinin o az miktarda suyla abdest alarak suyu kaynağa geri serpmesi,
ardından ucu demirli üç sopayı kaynağa saplamasıyla derhâl billûr gibi üç su
kaynağı fışkırması hadisesine işaret etmektir. Allah Resulü’nün bu su hakkında
“Yâ Muaz! Uzun ömrün olsaydı, çok geçmeden bu su ile buralann bağ ve bahçelerle
dolduğunu görürdün” dediği rivayet edilmektedir. Beyitte “katre” [= damla] ve
“bahr” deniz kelimeleri, büyüklük ve küçüklük itibarıyla zıt kavramlar
olduklarından özellikle kullanılmışlardır (tezat).
Daha önce de pek çok örneği görüldüğü üzere bu edebiyatta
yerde ve gökte bulunan her şey sevgiliye hayrandır. Ay, güneş, denizler,
hayvanlar bitkiler bütün canlılar… İşte şair bu edebî geleneğe uyarak suyu,
Müslümanların gerçek sevgilisinin ayağının toprağına ulaşmaya gayret ederken
tasvir etmekte; onun akarken taşlara çarparak kırılıp köpürmesini, başını
taştan taşa vuran bir çılgın âşık gibi peygamberin ayağının toprağına ulaşmaya
çalışıyor olarak yorumlamaktadır (teşhis). Su hakkında “âvâre” [= başı boş]
gezinen çılgın bir şahıs yorumunun yapılması, meyilli ve boş bulduğu her yere
şuursuzca ve elinde olmadan akarak bu haliyle sevgiliye olan aşk ve
iştiyakından dolayı âdeta Mecnun gibi aklını yitirmiş bir hâlde bulunduğunu
vurgulamak içindir. Ayak basılan toprak demek olan “hâk-i pây” ile burada Hz.
Muhammed’in sağlığında gezindiği, ayağını bastığı topraklar kastedilmektedir.
Eskiler havada uçuşan gözle görülemeyecek kadar, küçük toz
parçacıklarına “zerre” diyorlardı. Loş bir yere dışarıdan sızan parlak güneş
ışıkları sayesinde görülebilen bu parçacıklar, dikkat edilecek olursa her biri
gökyüzündeki yıldızlar gibi parlayarak uçuşur dururlar. Ancak burada şairin
“zerre zerre” [= her zerresi ile] ifadesi ile suyun zerrelerini ifade ettiği ve
güçlü bir ihtimalle şelâle vb. yerlerden kuvvetle akarken etrafa yine toz
bulutu gibi saçılan su zerreciklerini kastettiği anlaşılmaktadır. Havaya
dağılan bu su zerreciklerinin oluşturduğu buluta bir de güneş vurursa bazen
gökkuşağı şeklinde nefis renk cümbüşü ortaya çıkar. İşte şair bu haliyle suyu,
onun kapısına gidip oradaki toprağı aydınlatmak, hiç olmazsa böylece ona bir
hizmette bulunmak isteyen biri gibi düşünmektedir (teşhis). Öyle ki paramparça
da olsa bu yoldan dönmeyecektir.
“Zikr” bir şeyi anmak yahut söylemek demek olmakla birlikte
burada özellikle tercih edilen “vird” [=daha çok tarikat mensuplarının belli
zaman ve sayılarda okumayı âdet hâline getirdikleri Allah’ın isimleri,
selâmlar, dua veya ayetler] kelimesi ile de eş anlamlı bulunduğundan bu uzak
anlamına da işaret edecek şekilde kullanılmıştır (ihamıtenasüp). Esas anlamı
bir nesnenin sıfatlarını saymak demek olan “na’t” kelimesi, bir edebî tabir
olarak özellikle Hz. Muhammed’i tasvir ve tarif eden şiirler hakkında alem
olmuştur. Dolayısıyla “zikr-i na’tün virdi” demek, “senin sıfatlarının peşpeşe
anılıp sıralanması” demektir, içki içen kimselerin özellikle uyuyup
uyandıklarında başlarında oluşan ağnya “humâr” denir. Şair bu ağrıdan
kurtulmak için, ayyaşların su içmelerini örnek göstererek, onlar nasıl su
içerlerse “ehl-i hatâ” [= yanlış işler yapan kimseler] da senin vasıflarını ve
övgülerini tespih çekercesine çokça anmayı kendilerine “dermân” [= dertten
kurtulma, iyileşme, iyileşme çaresi] bilirler demektedir. Kat’î olduğu iddia
edilemez ancak, öyle hissediliyor ki şair burada “ehl-i hatâ” ibaresiyle
divanları şarap, içki meclisi ve meyhanelerle dolu olan şairlere ince bir
imada bulunarak; bunların çoğunun divanında yer tutan peygamber naatlerini de
bu hatanın derdinin dermanı olarak yorumlamaktadır.
Fakat burada Fuzûlî’nin Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili
temas etmek istediği asıl husus, meşhur şair Ka’b b. Züheyr ile ilgili olan
hadisedir. Ka’b Müslüman olmadan önce Hz. Peygamberi ve ailesini ağır bir
dille hicvettiğinden kanı helâl kılınmış, görüldüğü yerde öldürülmesi
emredilmişti. Fakat daha sonra Müslüman olup Hz. Muhammed için bir kaside
yazarak tanınmayacak bir şekilde huzuruna çıkmış, “Ka’b huzurunuza Müslüman
olarak gelse onu affeder misiniz?” diye sorup olumlu cevap alınca kendisini
tanıtmış ve nazmettiği kasideyi okumuştu. “Peygamber dünyayı aydınlatan bir
meşaledir, Allah’ın şerri kesip atmak için çekilmiş kılıcıdır” beytine
geldiğinde Hz. Muhammed elinde verecek bir şeyi bulunmadığından şaire
sırtındaki hırkasını çıkartıp vermişti. Bundan dolayı bu esere Kasîde-i Bürde
adı verilmiştir. İşte Fuzûlî’nin “Hatâ ehli kimseler senin naatını vird etmeyi
kendilerine derman bilirler” demesi bundan dolayıdır. Şair kendisi de böyle bir
naat nazmetmekle aynı manevî lutfa erişme ümidinde olmalıdır. Eskiden Araplarda
ve Türklerde hastalara şifa için naat okuma âdeti bulunduğu da düşünülecek
olursa buradaki “dermân” kelimesinin anlamı daha bariz olarak ortaya çıkar
sanırız.
Aslen Arapça olan “habîb” kelimesi sevgili demektir.
Hadislerinden bazılarında
Hz. Muhammed kendisini “habîbullah” [= Allah’ın sevgilisi,
en çok sevdiği insan] olarak vasıflandırmıştır. “Beşer” insan, “hayrü’l-beşer”
insanların hayırlısı, “müştâk” ise şevk ve aşkla özleyen, can atan demektir.
Fuzûlî burada Hz. Peygamber’e olan sevgisini bir karşılaştırmayla nasıl “leb-teşne”
[= dudağı susamış, dudağı susuzluktan kurumuş] kimseler “hemvâre” [= daima,
aralıksız, sürekli] su isterlerse, kendisinin de Hz. Peygamberi öylesine
arzuladığım onu böyle bir hasretle özlediğini belirtmektedir. Beyitte Âzerî
Türkçesinin bir söyleyiş şekli olarak geçen “eyle kim” [= öyle ki] ibaresi
günümüz Türkçesine çevrilirken daha çok ‘gibi’ şeklinde aktarılmaktadır.
Günümüzde daha çok hikmet ve Allah dostlarından zuhur eden
olağanüstü hâller için kullanılan “kerâmet” kelimesi burada daha çok izzet,
şeref, lütuf ve cömertlik anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır. Daha önce
de çeşitli kullanılış şekilleri geçtiği üzere “bahr” [= deniz] benzetmesi bir
şeyin çokluğunu vurgulamak için yapılır. Bu durumda “bahr-i kerâmet” deniz
gibi bol ve uçsuz bucaksız ihsan ve cömertlikler demektir. “Mi’râc” Hz.
Muhammed’in bir gece evinden alınarak göğe çıkarılması mucizesi; “feyz” ise
‘ilim, bereket, bağış, manevî mutluluk vb. anlamları içine alan geniş bir
kavramdır. Eskiler bir astronomi tabiri olarak hareket hâlindeki gök
cisimlerine “seyyar” veya “seyyâre”; hareketsiz duranlara da “sâbit” veya
“sâbite” derlerdi.
Hemen şunu hatırlatmak gerekir ki o devirde insanlar, yaprak
yahut muhtelif cisimler üzerine çiğ yağmasının fizikî sebeplerim çok iyi izah
edebiliyorlardı. Deniz ve nehirlerden güneşin harareti sebebiyle yükselen su
buharı gece serinliğinde bir imbik içindeki buharın sıvılaşması gibi
sı-vılaşarak cisimleri nemlendiriyordu. Bu gibi konulara bütün eserlerinde ayrı
bir ilgi ile yaklaşan Fuzûlî’nin burada “bahr” [= deniz], “şeb-nem” [= gece
nemi, çiğ] ve “şeb” [= gece] kelimelerini rastgele kullanmış olabileceğine
inanmak mümkün değildir. Tabii ki kerâmet bir denize ve feyiz de gece yağan çiğ
tanelerine benzetildiğine göre ortada gerçek anlamda bir deniz ve çiğ yağması
gibi bir durum yoktur. Beytin bütün amacı büyük kerem sahibi bir peygamberin
Mirac gecesinde manevî feyiz ve bereketiyle göklere şeref verdiğinin
vurgulanmasıdır. Aynı şekilde sabit ve seyyar yıldızlara ulaştırılan su da kolayca
anlaşılacağı üzere çiğ gibi her yanı saran feyiz ve manevî tesirden kinayedir.
Fuzûlî’nin bu bahiste gezegenlerden söz etmesi, özellikle ‘Mi’râc-nâme’ türü
eserlerde bu mucize anlatılırken o devrin astronomi nazariyelerine göre
çeşitli gezegenlerin Hz. Muhammed’in huzuruna gelerek ondan dua ve bereket
kazanmaları şeklinde düşünülen, tamamen hayal ürünü olarak geliştirilmiş edebî
motiflere bir işarette bulunmak amacını taşımaktadır.
28-Güneşin bir noktadan çıkan ve yeryüzüne yayılan
ışıklarının bir çeşmeden çıkarak parlayan suya benzetilmesinden kaynaklanan
“çeşme-i hûrşîd” [= güneş çeşmesi] tabiri ile şairler çok değişik söz oyunları
geliştirip hayaller kurmuşlardır, içimi hafif ve lezzetli su demek olan “zülâl”
ile şair güneşten yeryüzüne yayılan bereketi sembolize etmek üzere “zülâl-i
feyz” [= feyiz ve bereket zülâli] terkibini kullanmıştır. Hz. Muhammed’in evi
ile mescidi birbirine bitişik mekânlarda idi. Vefatı üzerine yatağının
bulunduğu yere defnedilmiş ve evinin bulunduğu yer kabre dönüştürülmüştü.
Günümüzde Medine’de Ravza-i Mutahhara yahut Mescid-i Nebevî diye andığımız
mekân çeşitli zamanlarda Müslüman hükümdarlar ve özellikle Osmanlı
hükümdarları tarafından onarılarak ihtiyaca göre genişletilmiştir, işte Fuzûlî
bu durumu kastederek, eğer bu yenileme ve onarım işini yapan mimara su
gerekirse, bu iş için ancak güneş çeşmesinden akan bereket suyunun lâyık
olabileceğini söylemekte; böylece Hz. Peygamber’in kabrine ve ona verilen
değeri vurgulamaktadır.
Bilindiği gibi Osmanlı sultanları Mekke ve Medine gibi
mukaddes beldelerin hizmetinde harcanmak üzere her yıl “Sürre Alayı” ile büyük
servetler gönderirlerdi. Bunun yanı sıra Kabe’yi ve Rav-za’yı âdeta yeni baştan
inşa eden Osmanlıların, buraların hizmetine harcanmak üzere kurduklan
vakıfların sayısı belirsizdir. Buralara olduğu kadar Hac yollarına da büyük
hizmetler verilmiş, Kanu-nî’nin kızı Mihrimah Sultan, neredeyse bu yolda bütün
servetini harcayarak daha önce Harunürre-şîd’in hanımı Zübeyde’nin inşa
ettirdiği Aynüzzübeyde su yollarını yeniden aynı isimle ihya ettirmiş ve Şam’ın
tatlı suyunu Arafat’a kadar ulaştırmıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in kabrini
onaracak mimara su gerektiğinde “çeşme-i hûrşîd”den [= altın renkli güneş
çeşmesinden, mihr kaynağından, mihrin para musluğundan] su gelmesi ifadesi;
sanki “Mihrimah” gibi güneşi çağrıştıran bir ismi ima etmek üzere kullanılmış
intibaını uyandırmaktadır.
29-Beytin ilk mısraında yer alan “dûzeh” [= cehennem], “nâr”
[= ateş], “sûzân” [= yanan] kelimelerinin oluşturduğu ateş ile ilgili
kavramlann sıcaklığı ile ikinci mısrada yer alan “ebr” [= bulut] ve su
kelimelerinin serinliği arasındaki tezat derhâl kendini hissettirmektedir.
İslâmî akideye göre kulun Allah’a karşı tavrını tarif etmek üzere geliştirilen
“havf ü recâ” yahut “bîm ü ümîd” [= korku ve ümit] tabirine imada bulunmak
üzere beyitte bu iki kelime özellikle tercih edilmişlerdir. Şair ahiret
gününde Allah’ın cehenneminden korkmaktadır. Ancak o günde Hz. Peygamber’in
ihsan ve şefaatinden de ümitlidir. Beyitte günümüzde de kullanmakta olduğumuz
“yüreğe su serpme” deyimi çok ustaca bir üslûpla işlenmektedir.
Bilindiği üzere kasideler muhatabı olan kimselerden bir
şeyler talep etmek için nazmedilen eserlerdir. Bu beyitten şairin bu eserini
ahiret gününde Hz. Muhammed’in şefaatini istemek üzere nazme-derek onun manevî
şahsiyetine sunduğu anlaşılmaktadır.
30- “Yümn” uğur ve bereket, “na’t” ise Hz. Peygamberi öven
şiirler demek olduğuna göre “yümn-i na’t” bu şiirlerin bereket ve uğuru
demektir. Hem bir tevazu ifadesi hem de ustaca övünmenin yer aldığı bu beytinde
Fuzûlî, sözlerini Nisan bulutundan inen bir yağmur damlasına benzetiyor. Bu
aynı zamanda parlak bir yağmur damlası imajından hareketle eskilerin ‘şi’r-i
âbdâr’ [= parlak ve taze şiir] dedikleri zengin anlamlarla dolu ve yepyeni
sözlerden oluşan şiire işaret teşkil etmektedir. Dikkat edilecek olursa burada
şairin kendisi Nisan bulutu makamında yani bol ve bereketli şiirler söyleme
konumundadır. İşte bu sözler Nisan bulutundan düşen bir damla gibi mütevazi
iken Hz. Muhammedî övmenin bereketi ile bir anda “lü’lü’-i şehvâr” [=
padişahlara lâyık inci] oluvermişlerdir. Kolayca anlaşılacağı üzere burada
incinin, eskilerin inancına göre Nisan bulutundan inen bir damlanın istiridye
içine yerleşmesi sonucu oluştuğu hakkındaki inanışa bir işaret vardır. Güya her
yıl bu ayda istiridyeler denizden karaya çıkarak ağızlarını açarlar ve bir
yağmur tanesi yutarak denize geri dönerlermiş. Dikkat edilecek olursa şair
kendisini övmekle beraber, yağmur damlası gibi sözlerinin iri ve çok değerli
inciye dönüşmesinin hikmetine Hz. Peygamber’i sebep göstererek eseri boyunca
sürdürdüğü övgülerine devam etmeyi de ihmal etmemektedir.
31-32 Fuzûlî’nin şiirinin en belirgin özelliklerinden birisi,
kelimelerden başka cümleleri de iki anlama gelecek şekilde kullanma konusunda
büyük bir ustalık göstermesidir. İki beytin birbirine bağlanarak bir cümle
oluşturduğu bu ibarede ilk beyit iki anlama gelecek şekilde kullanılmıştır.
Bunlardan ilki yukarıda nesre çevrildiği gibidir. Şair
Kur’an’daki “Sen onları hasret günü hakkında uyar. Çünkü onlar gafletin içine
dalmış oldukları hâlde…” (Meryem, 39) mealindeki ayete telmihte bulunarak ve
ayette geçen “hasret” [= pişmanlık, hayıflanma, üzüntü], “uyarma” ve “gaflet”
ibarelerini özellikle seçerek bir tasvir geliştirmektedir. Buna göre Fuzûlî,
bütün insanların mezarlarından kaldırılarak bir yere haşrolunacakları yani
toplanacakları bir gün demek olan “rûz-i haşr”de [= kıyamet günü], dünyada iken
“hâb-i gaflet” [= gaflet uykusu] içinde bulunan kimsenin, “hasret” [=
pişmanlık] gözyaşlarını “dîde-i bîdâr”ına [=uyanan gözüne] dökeceğini ifade
ederek; böyle bir günde senin yüzünü görmekten mahrum olmamayı ümit ediyorum
demektedir. Fuzûlî, Hz. Peygamber’in “vus- lat”ını [= kavuşma] bir çeşmeye
benzeterek kendisini de “teşne-i dîdâr” [= sevgilinin yüzünü görmeye susamış]
olarak nitelendirmekte ve bu çeşmenin suyundan yani Hz. Muhammed’in yüzünü
görme suyundan gözünün kana kana içmesini -yani gözünün onu bol bol görmesini-
ümit etmektedir.
31. beytin diğer bir yoruma göre nesre çevrilişi ise
şöyledir: “Gaflet uykusundan uyanık olan -yani gaflet uykusuna dalmayan- kimse,
kıyamet günü olduğunda hasret gözyaşlarından uykusuz gözlerine su döktüğünde…”
Buna göre burada dünyada iken gaflet uykusuna yakalanmayan, sürekli uyanık
olan bir kimse söz konusu edilmektedir. Böyle bir kimse kıyamet günü olduğunda
“hasret” [= hararetle özleyiş] gözyaşlarını “bîdâr” [= uykusuz] gözlerine
-âdeta “Bu kadar uyanık durdun, biraz daha dayan, şimdi sevgiliyi göreceksin!”
dercesine- serpmektedir. Âdeta ne cennet ne de cehennem kaygısındadır, sadece
sevgilinin yüzünü görmeye hasrettir, işte böyle bir günde Fuzûlî sevgilinin
yüzünden mahrum olmama ümidi içindedir.
Yorumlar
Yorum Gönder